Hürriyet gazetesinin asi kadını,başarılı gazeteci Ayşe Arman yıllardır küs olduğu ve hep atıştığı Hülya Avşar ile röportaj yapmış.Ortaya çok zevkle okunacak bir röportaj çıkmış.Buyrun….
Kürt sorunu üzerine fikir beyan edince “Siyasetten de geri kal be kadın!” diye yazmıştım. O da “Yuva yıkan kadın!” diye üzerime yürümüştü. Abuk sabuk bir şeydi.
Zaman içinde unuttuk birbirimize söylediklerimizi. Ve bir fark ettik ki, konuşacak bir sürü şeyimiz var. İşte bu röportaj böyle gerçekleşti. Bir kere daha gördüm ki, iş söz konusu olduğunda saygılı ve çok çalışkan biri Hülya Avşar. “Ben starım” kaprisi yapmadı, fotoğraflar için saatlerce uğraştı ve sonunda güzel olsun, farklı olsun diye gece kıyafetleriyle havuza girdi. O çok iddialı, 25 sene olmasa bile, bu ülkenin klasiklerinden biri olarak, bence de önümüzdeki yıllara da damgasını vurmaya devam edecek. Bu röportaj yarın da devam edecek. Yeni aşk bölümü yarına kaldı…
Son zamanlarda bir sürü şey yaşadınız. Ayrılık, boşanma, eski kocanızın sevgilisiyle tatil, yeni çocuğuyla birlikte çekilmiş fotoğraflar, yeni bir aşk… Birçok olay, birçok tartışma… Bütün bu yaşananlar sizde hiç mi travma yarmadı?
Bilmiyorum. Yarattıysa bile farkında değilim. Ama hayatımda gözle görülür bir değişiklik olmadı. Ha tabii, kimselere çaktırmadan ağladım. Ya da gecenin bir yarısı kahve fincanına gözümü dikip öylece kaldım. Ama Allah’a şükür hafif atlattım. Ben hayatta başıma gelebilecek her şeye kendimi hazırlamaya çalışırım. “Şöyle şöyle olursa ne yaparım?” diye düşünürüm, plan yaparım, senaryolar yazarım. Gardımı alırım. Belki de bu yüzden hafif atlattım.
Yani tüm bu yaşananlarda sizi rahatsız eden bir şey yok…
- Var. Bende kalan ve beni ömür boyu rahatsız edeceğini düşündüğüm tek şey, kendimi sürekli sorgulayacak olmam. Ölene kadar…
Hangi konuda sorgulayacaksınız?
- Zehra babasıyla birlikte büyüyemiyor. Acaba buna ben mi sebep oldum? Acaba benim hatalarım yüzünden mi böyle oldu? Nerede hata yaptım? Ben aile olmayı seviyorum. Kalabalık aileye tapıyorum. Hayat boyu, bunun hayalini kurmuş biri olarak, istesem de istemesem de kendimi sorguluyorum. Amaaaa kendi açımdan, doğru yaptığımı da düşünüyorum, mutlu ve huzurluyum.
İnsanlarla iddialaşmak, başbakan gibi herkese cevap vermek, sizi yormuyor mu?
- Yok hayır, niye yorsun? Hem her şeye cevap yetiştirmiyorum, her şeyle dalga geçiyorum. Buna beni mecbur ediyorlar. Bazen öyle sorular soruyorlar ki, içinde zekanın kırıntısı yok, hiçbir mantık yok, buna karşılık kötü niyet var. Maksat, acıtmak. Ha o zaman deliriyorum. Öyle ya da böyle 24 senemi vermişim bu işe. Karşımdakinin yaşı kadar tecrübem var, haddini bilmesi gerekiyor. Zannedersem Tayyip Bey de aynı hisler içindedir. “Ben nelerle uğraşıyorum, şunların bana yaptığına bak!” duygusu…
O zaman, susmak yerine dan dan dan cevap veriyorsunuz…
- Aslında bir yumruk çakmak istiyorum da… Ayıp olur, seviyesiz olur diye yapmıyorum. Yoksa içimden geçen bu. Gazeteciler, 24 yıldır bana aynı soruları soruyor. Olabilir mi böyle bir şey? Mantıklı soruya ve akıllı insana sonuna kadar eğilirim, cevap da veririm. Ama nerdeee? Abuk sabuk sorularla karşıma geliyor ve kendilerini hiç yetiştirmiyorlar. Tenis maçına gelip, tenis topunun rengini bilmeyen arkadaşlar var.
Herkes sizinle mi uğraşıyor yani?
- Yoo hayır, öyle bir şey söylemiyorum…
Siz, “Hayır kardeşim, istemiyorum” deseniz, yine aynı şey olur mu?
- Olur. Ne yaparsam yapayım geliyorlar. Tamam, onlar da ekmek parası peşinde ama bana da yazık, kendilerini geliştirmek zorundalar. Ben bir gazetenin yayın yönetmeni olsam, bir kere bütün arkadaşları İngilizce kursuna gönderirim. Tenis maçına mı gidiyor, bu konuda bilgilenmesini sağlarım. Demode olmak istemiyorsak, hepimiz kendimizi geliştireceğiz.
Kameralar sizden uzaklaşırsa, üzülmez misiniz?
- Size bir şey söyleyeyim mi? Haberi yapılmayanlar ya da kameradan uzakta kalanlar ölmüyor. Ben de bu gerçekle yaşarım. Zaten eğer iyi bir şey yaparsan, nasıl olsa halka ulaşıyor. Üstelik gazeteler dışında da halka ulaşmanın yolları var. İnternet mesela. “Sanatçılar sadece bizim sayemizde halka ulaşıyorlar” yanılgısı içinde gazeteci arkadaşlar. Oysa artık bir tek tuşla istediğin her yere ulaşıyorsun.
DELİ MİYİM DUYGULARIMI HERKESLE PAYLAŞACAĞIM
Hep böyle Çelik Blek gibi misiniz? Ya da İngiltere başbakanı Margaret Thatcher gibi. Sinirlerine hakim, kontrollü. Hiç “Ben şimdi ne halt edeceğim” dediğiniz olmuyor mu?
- Eskiden böyle değildim, zamanla oldum. Hayat öyle gerektirdi. Günün birinde öyle bir an geliyor ki, “Dünya batsa n’olur” diyorsun, ya da “En dibe vursam n’olur.” Bundan bile korkmuyorsun. Zaten dibe vurmak da kötü bir şey değil, hatta iyi olduğu bile söylenebilir. Çünkü hiç birşey, dibe vurmadan düzelmiyor. Benim mesela en güçlü olduğum an, dibe vurduğum ya da başkalarının dibe vurduğumu zannettikleri andır. Çünkü biliyorum ki dibin daha dibi yok. Yapacak bir şey de yok, dibe vurmuşsun, artık çaren yok, çıkışa geçeceksin…
Ama siz, dibe vurduğunuzu kabul ediyor musunuz ki…
- Dışarıya bunları belli etmem. Hiçbir zaman. İçimde kopan fırtınaları, duygularımı dışa vurmak benim için dünyanın en ayıp şeylerinden biridir. Ölsem yapmam.
Neden?
- Öyle işte. Sadece beni ilgilendirir. Sana ne? Kim ne? Ayşe’ye ne, Fatma’ya ne? Ağlayacak mı benim için? Üzülecek mi? Hayır efendim. Göbek atacak. Çünkü bizler, karşımızdakilerin mutsuzluğuyla mutlu olan kişileriz. Ben deli miyim duygularımı herkesle paylaşayım? Onları mutlu edeyim?
İyi de bütün bunları içinizde tutmak çok zor değil mi? Müthiş bir yalnızlık sözünü ettiğiniz…
- Yooo, değil, ben böyleyim. Acı falan da çekmiyorum. Gidip kafamı duvarlara da vurmuyorum. Her şeyi, bir şekilde kendi içimde hallediyorum.
Kendinizi bıraktığınız, birinin omzunda ağlamaya ihtiyaç duyduğunuz zamanlar olmuyor mu?
- Oluyor.
Kimin omzunda ağlıyorsunuz?
- Kimsenin omzunda ağlamadım. Bunu yapmak istersem, ailem var.
Ama ailenizi de siz taşıyor gibisiniz. Onların da büyüğü gibi duran sizsiniz. Siz kime yaslanacaksınız?
- Ben güçlü olanım. Her zaman öyleydi. Benim doğam bu. Ama mutlu bir kadınım. İç dünyamı dışarıya yansıtmama meselesine gelince, kimseye koz vermek istemem. Çünkü mutlaka aleyhine kullanırlar. Hem niye onların ağzında, benimle ilgili kötü bir damak tadı kalsın? Neden “Vah zavallı Hülya!” desinler. Demesinler. İstemem. Kimseye bu fırsatı vermem.
Farkında mısınız, hep başkalarının hakkınızda ne düşündüğü ile ilgisiniz. Esas olan sizin ne hissettiğiniz değil mi?
- Bunu bilinçli yapmıyorum ki. Benim gardım var, kendimi hep koruyorum, korumaya alıyorum. Neden böyle bilmiyorum. Belki küçük yaştan beri çalışıyorum, para kazanıyorum, ondan. Bir memur anne babanın çocuğuyum. Fakir değildik ama zengin de değildik. Ne yaptıysam kendim yaptım. Belki de bu yüzden gardım var.
En son ne zaman ağladınız?
- Üç gün önce…
10 Ekim doğum gününüzdü. Doğum gününüzde mi ağladınız?
- Yok hayır, doğum günümde değil, demek ki daha önce ağlamışım. Doğum günümde de özel bir şey yapmadım. Böyle günleri abartmaktan hoşlanmıyorum.
N’oluyor Hülya Avşar’ın doğum gününde? Kapı çalıyor ve içeri bir kamyon gül mü geliyor? Doğum gününüzde ne kadar tantana yapıyor insanlar?
- Hiçbir şey. Buna izin vermiyorum ki. Bir kere, bir hafta önceden başlıyorum, “Sakın bana hediye filan almayın” diye. Bana bir sürpriz filan yapmaya kalksalar, bir parti filan, mahvolurum. Özel günler korkutur beni. Çünkü sürekli şöyle düşünürüm: “Aman Allah’ım, bu insanlar benim için burada. Onları mutlu etmek için bir şey yapmak gerekiyor, ne yapabilirim?” Burnumdan gelir. O yüzden hooop, gelsin geçsin doğum günüm.
Ne yaptınız bu doğum gününüzde?
- Erkek arkadaşımla birlikte girdim. Bir gece öncesinde onda kaldım. Öğleden sonraya kadar beraberdik. Akşam da annem, kardeşlerim ve çok sevdiğim iki üç arkadaşım pasta kestik. Sohbet anında. Hiçbir şaşaa yoktu.
Doğum günleri hüzünlü günlerdir ya, gelecekle ilgili kaygılar olur, bir yaş daha bitiyordur…
- Benim için öyle olmuyor. Ben gerçekleri kabul ediyorum. Zaman gelecek, herkes gibi ben de yaşlanacağım. Yaşlanmak da istiyorum aslında. Ama aksi gibi, inanılmaz enerji doluyum. Sinemaydı, dergiydi, hayattı, bunca yıl o kadar çok şey biriktirmişim ki… Bu tecrübelerimi insanlara nasıl aktarırım diye planlar yapıyorum. Yani yaşlanmakla ilgili değilim. Allah bana bir kadına vereceği en güzel şeyleri vermiş, “Vah vah, bir sene daha geçiyor!” diye üzülürsem, eyvahlar olsun bana. Tabii ki yaşlanacağım, bu, doğanın kanunu. 35 yaşındakiler de çok sevinmesin. Zaman zırt diye geçecek, onlar da benim yaşıma gelecek. Mesela, yıllar içinde biriktirdikleriniz. Ben hiç “Tüh tüh!” demiyorum. Fotoğraflarımı çeken Pelin’e de söyledim, “Lütfen beni yaşımın kadını gibi göster. Sakın öyle rötuşlar yapıp 25 yaşında genç bir kız haline getirme…”
Ama yaptılar photoshop. Gerçi sadece size değil, herkese yapıyorlar…
- Evet. Ama bu benim tercihim değil, benim isteğimle yapılmadı. Ben neysem öyle çıkayım istiyorum. Zaten o photoshop’un sebebi de ya elimin duruşu kötüdür ya da ışık iyi değildir. Tabii bazen işin ucu kaçıyor. Bir bakıyorsun yüzümde bir tek çizgi bile olmuyor. Şu anda fazla çizgi yok gerçi. Annemin de yoktur, genetik. Yaşımdan çok çok küçük gösteririm. Minyon bir kadınım. Ama bu bana mutluluk vermiyor. Bu tür şeylere sevineceksem, hakikaten kuş beyinliyim…
25 YIL DAHA KATİYEN KİMSE YERİME GEÇEMEZSizin gibi güzelliğiyle ikon olmuş bir kadının selülitlerinin tartışılması abes değil mi? Sizin buna müsaade etmemeniz gerekmiyor mu?
- Müsaade etmemek gibi bir şansım yok ki. Onlar bunun peşindeler. Bu, onların işi. Selülit, beni güldüren meselelerden biri. Kadınlık gururumu filan zedeleyen bir şey değil, ciddiye bile almıyorum. Zaten bana selülitim yüzünden, tu kaka diyeceklerse, ortada hakikaten ciddiye alınacak bir durum yok. Zaten selülitim de yok.
Siz bu ülkenin Türkan Şoray’dan sonra önde gelen güzellik sembolüsünüz. Niye iddialaşıyorsunuz, “Selülitim yok” diyorsunuz. Gisele Bündchen bile “Ben de var” diyor. Hem selülitiniz olsa ne olur, olmasa ne olur…
- Ben de aynı şeyi söylemeye çalışıyorum. Olsa ne olur, olmasa ne olur. Ama olmasına da müsaade etmem.
Selülitiniz olsa, beliniz kalınlaşsa, güzelliğinize halel mi gelecek?
- Gelmez tabii. Güzellik, sadece fizik değil. Sadece fiziksel güzelliğimle var olduğumun düşünülmesi bana hakarettir. Aptal bir kadın olsaydım, ürütmeyen bir kadın, dergi çıkarmayan, spor yapmayan, tişört yapmayan, telvizyonda, sinemada sahnede var olmayan bir kadın… Bana güzel demezlerdi… Bana sadece ağzım, burnum, gözüm güzel olduğu için değil, beni akıllı buldukları için güzel diyorlar. Güçlü bir kadın olduğum için beni güzel görüyorlar. Öyleyim de. 80 yaşında bile güzel olacağım.
Yaşlanmaktan korkmuyorsunuz o zaman?
- Hayır. Hatta oyunculuğum açısından da daha iyi olacağını düşünüyorum. Zaten dikkat edersen son çektiğim beş filmde, yaşlandırılmış kadını oynadım. Böyle bir problemim olsa, bu rolleri bana kimse kabul ettiremezdi.
Güzellik alanında yarışmak, rekabet… Siz bunları aştınız…
- Tabii ki. Bunlar bana çok ucuz geliyor. 10 yaş küçükler, güzelliğimle, fiziğimle ilgili canımı acıtmaya çalışıyorlar, ben de “Vah vah!” diyorum.
Ama hálá “Türkiye’nin en güzel kadınıyım” demeye devam ediyorsunuz…
- Bunların hepsi karşımdakileri delirtmek için. Dalga geçmeye bayılıyorum. Bu bir oyun. Gerçi böyle söylüyorum ama buna inanıyorum da. Eğer mesele güzellikse, hálá göremedim kendimden daha güzelini…
Sizden sonra sizin konumunuza ulaşabilecek biri var mı?
- Ne yazık ki yok. Benim tek rakibim, aynadaki yansımam…
Kaç yıl daha olmaz?
- Valla, bir 25 yıl daha olmaz gibi geliyor. Çünkü yetişmesi için en az 20 kusür sene geçmesi gerekiyor. E sonra insanları bunu inandırması lazım. Basını, halkı. Ben göçmüş gitmiş olurum ama 20-25 yıl katiyen kimse benim yerime geçemez. İşleri zor. Hatta ben göçüp gittikten sonra da zor. Sürekli “Bir zamanlar Hülya Avşar vardı, ne müthiş kadındı!” laflarını duyacaklar, böyle bir baskı altında kalacaklar.
ÇOCUĞU OLMAYAN BİR KADIN OLARAK ALDATILSAYDIM BİR DAKİKA BİLE DURMAZDIMOrtalama Türk kadını davranışından farklı bir davranış sergilediniz. Aldatılmış bir kadın olarak, “Olabilir, çocuğum var. Otururum” dediniz. Bugün olsa, yine aynı şeyi yapar mısınız?
- Yaparım, çocuğum varsa. Ama çocuğum yoksa, kimseye eyvallahım olmaz. Bir dakika durmam orada. Ben bu tür şeylerin etraf baskısıyla yaşanmasından da yana değilim. Bana da “Boşan, boşan!” dediler ama onlara kulak asmadım. Kalbimin sesini dinledim, zamanı geldiğine inandığımda boşandım. Bize hep şöyle bir masal anlatıyorlar: “Evlilikler bir süre sonra kötü gider. Heyecan biter, aşk biter.” Yok ya! Bunlar, mutsuz insanların uydurduğu şeyler. Doğru olması gerekmiyor. Mutsuz insanlar bize kötü enerji veriyor. Bana da verdiler. Halbuki şöyle deseler, “Tam tersine, evlilikler zaman geçtikçe daha da güzelleşir. İnsanlar birbirlerine daha çok aşık olurlar.” Bunu sürekli duyarsak, belki de evliliklerimiz daha iyi gider. Anlayacağınız, hepimize psikolojik baskı yapıyorlar. “Onursuz olma, gurursuz olma, ayrıl” diyorlar…
Sizi anlıyorum. Ama sizden şu sorunun cevabını istiyorum: Neden bir kadın, kötü giden evliliğine rağmen çocuğu için o adamla oturur. Madem adamın gözü dışarıda, kendisinin de dışarıda olması belki de hem o evlilik için hem de çocuk için daha iyi olur…
- O adam, tüm çapkınlıklarına rağmen, evden çekip gitmiyorsa, demek ki karısından da memnundur, ama aklınca cezalandırıyordur. Yani yuvada mutsuzluk aramamak lazım. Karısını kıskanıyor olabilir, karısını taşıyamıyor olabilir, karısı ona fazla geliyor olabilir…
Biz toplum olarak sizi boşanmaya mı zorladık?
- Yoo hayır. Ben dolduruşa filan gelmem. O yüzden onursuzlukla suçlandım o ayrı. Hep şunu söyledim, günübirlik ilişkiler için üzülebilirim ama ailemi dağıtmam, kocamdan ayrılmam. Bu benim kararımdır, kimseyi de ilgilendirmez. Ama ortada aşk varsa, kocam bir başkasını sevmişse, boynum kıldan incedir. Nitekim öyle oldu, yarım saat içinde kararımı verdim ve boşandım…
Dediniz ki: “Sekiz yıl evli kaldım. Bunu dört yılında aldatıldım.” Yine de katlandınız…
- Bunu katlanmak olarak görmedim. Dört sene içinde ihanetleri unuttuğum zamanlar oldu. Ama ben gurursuz bir kadın değilim. Yaşadığım şeyler, karşımdaki erkeğe duyduğum saygıyı, sevgiyi törpülemiş olabilir. Yine de artısı eksisi diye düşündüğümde, artısı hep daha fazlaydı, o yüzden devam ettim. Ve bu ihanetleri, aldatmaları hiç yüzüne vurmadım, evimde huzursuzluk yaratmadım. Ama sonuncu ihanetin içinde sevgi bulunduğunu ve uzun süren bir ilişki olduğunu fark edince, “Buraya kadar!” dedim. Çünkü onu yine kabul etseydim, bana olan saygısı da bitecekti…
Bir kadın, kocasıyla ilgili bir takım şeyler okuyor, duyuyor ama en yakınına, olayın bizzat kahramanına bir şey söylemiyor. Bağırmıyor, çağırmıyor. Ve aynı evde yaşıyorlar. Bu nasıl bir şey? İnsan tutamaz kendini…
- İşte bu, bu durumdaki birine verilebilecek en büyük cezadır. Yüzüne vurursan, onu rahatlatmış olursun. Yüze çıkarırsın. Eskilerin bir deyimidir bu. Ben buna izin vermedim. Zaten yüze çıkardığın bir ilişki, iğrenç bir ilişkiye dönüşür. Her şeyi kendi içimde hallettim.
O günlerin içinizde bıraktığı bir acı, bir burukluk var mı?
- Söylüyorum var, Zehra ile ilgili. Mesela biraz evvel babasına gitti. Ben ister miyim düzenini bozsun, çantasını alıp babasının evine gitsin, sonra toplansın geri gelsin. İki evde yaşıyor olması içimde hep bir burukluk olarak kalacak.
Ama bunun sebebi siz değilsiniz ki…
- Tabii ki değilim ama buna rağmen sorguluyorum kendimi. Allah’tan vicdan azabı yok. Ben duyguları öyle yoğun bir insanım ki, vicdan azabı çekseydim, herhalde ölürdüm. Milyonlarca çocuk, annesi babası ayrı büyüyor diye düşünüyorum. Kendimi böyle avutmaya çalışıyorum.
ŞU VELETİ GETİRSENE BİRAZ MINCIKLAYAYIM
Önce boşanmadınız ama sonra boşandığınız eşinizin sevgilisiyle yakın oldunuz. Bu bir çelişki değil mi?
- Eski eşimin yeni sevgilisiyle yakın- makın olmadım. Öyle bir şey yok. Ama karşı taraftan böyle bir istek gelirse, seve seve olurum. Beni rahatsız etmez.
Onun bebeğiyle fotoğraf çektirdiniz filan...
- Bu onunla yakın olmak değil, kendi çocuğumun geleceğini yapılandırmak. Sonuçta kardeşinden söz ediyoruz. Aynı babanın çocukları. Bir de çok şeker bir şey, çok seviyorum, özlüyorum, haftanın bir günü Kaya’yı arayıp “Şu veleti getirsene, biraz mıncıklayayım” diyorum, o da bana gönderiyor, öpüp okşuyorum. Ayrıca şöyle bir şey de var: Yakın değilim ama bana sempatik geliyor, çünkü Zehra ile ilişkisi çok hoş. Gerçi aksini yapma gibi bir şansı olamaz, o zaman Zehra’yı bir daha göremez, ama bunu sanki isteyerek, severek yapıyor. Ona zaman ayırıyor. Zehra babasındayken yetiştirmesi gereken ev ödevleri oluyor. Sabah 4′lere kadar Zehra’nın ev ödevlerine yardım ediyor. Birlikte maket yapıyorlar mesela. Bunlar hoşuma gidiyor, bunlardan dolayı ona minnet borcum var.
Tatile birlikte gitmeyi kabul etmenizin sebebi de Zehra mı?
- Zehra’nın yılbaşı gecesini babasıyla geçirmesini istedim, mesele bu. O tatilde ben Kaya’nın yüzünü 15 dakika gördüm, hepsi o kadar. Başka kimseyi görmedim.
Bütün bunlar ilginin devamını sağlamak için mi? Yoksa içinizden geldiği için mi? Samimiyetle sormak istiyorum: Medya mı sizin peşinizde, siz mi medyanın?
- Samimiyetle cevap veriyorum: Mesleğim ve medya benim için sadece araç olmuştur, amaç değil. Çünkü hayatta her şey geçici, bunun farkındayım. Benim amacım, huzurlu mutlu bir hayatımın olması. Ne şöhret, ne hırs, ne de başka bir şey umrumda. Bugüne kadar hiçbir gazeteciye, “Gelin resmimi çekin” demedim. Bunu da karaktersizlik olarak görüyorum. Kayda değer bir şey yapıyorsan, bu zaten haber olacaktır. Medyanın peşinde filan hiç olmadım. Medya da benim peşimde değil aslında, beni seven ve izleyenler peşimde olduğu için, medya bir köprü. Ben istenilen, aranılan, talep edilen biri olduğum için medya benim peşimde.